Biz, dünyevî mutlulukları hedefleyen ve aynı zamanda uhrevî kurtuluşa erişmeyi amaçlayan bir topluluğuz. İmanımız, üzerimize böyle bir sorumluluk yüklemektedir. Peygamberimiz’in (s.a.v) öğretisinde, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" ilkesiyle donanmış bir ümmetiz ve bu önemli ilkeyi asla unutmamalıyız.
İslam'a göre, bütün mal ve zenginliklerin sahibi Allah (c.c)'tır. İnsan, bu mülk üzerinde yaşar, onu kullanır, ihtiyaçlarını karşılamak için harcar ve nihayetinde bu mülkün nöbetini başkalarına devreder ve âhirete yolculuk eder.
İnsanlar arasında Allah'ın takdiriyle farklı miktarda mala sahip olanlar bulunabilir. Kimileri bolluk içinde yaşarken,kimileri ise Allah'ın kaderine uygun olarak fakirlik, yoksulluk veya açlıkla karşılaşabilirler. Rabbimiz, insanları aynı kâbiliyet ve güçte yaratmamıştır. Fiziksel özelliklerde olduğu gibi mâlî durumda da çeşitlilik vardır. İnsanlar ya zengin, ya fakir ya da orta halli olabilirler. Ancak unutmamız gereken en önemli gerçek şudur: "Mülk Allah'ındır." Üstelik aşırı zenginliğe sahip olmak da bir imtihan kaynağıdır. Allah, insanları verdiği nimetlerle sınamaktadır ve bu sınav farklı şekillerde kendini gösterebilir.
İnsana mal veren Allah, bu maldan muhtaçlara ve elimizin altındakilere de vermemizi emrediyor. Bu açıdan dinimiz, paylaşıma çok önem vermiştir. Ayrıca malın belli tekellerde birikmesine yasak getirerek ‘bireysel zenginliği değil, toplumsal zenginliği hedeflemiştir’. Özellikle toplumsal refahın ön planda tutulduğu dönemlerde, Ömer b. Abdülaziz dönemi gibi, İslam tarihinin belirli aşamalarında zekât, sadaka ve infak vermek isteyen kişiler kolayca bulunurken, günümüzde ise zekât verme niyetinde olan kişilerin sayısının azaldığı görülmektedir. Bu durum, malın gerçek sahibinin unutulduğuna dair bir işarettir.
Bir Müslümanın şu gerçeği iyice anlaması elzemdir: 'Ben mi dünyaya hükmediyorum, yoksa dünya mı bana hükmediyor? Mal mı bana ait, ben mi malın sahibiyim?' Önemli olan, aslında mülk ve servete sahip olmak değil, esas mesele servetle kurulan ilişki biçimidir. Öncelikle mal ve mülk konusundaki bakış açısının sağlam bir temele dayanması gerekmektedir. Mülkün mutlak sahibi Allah olduğu hiç unutulmamalı ve emanet bilinciyle yaklaşılmalıdır. Çünkü sonuçta, 'Mülk Allah'ındır.' İlahi irade mal ve mülke müdahale edebilir ve kimse bunu yok sayamaz veya engelleyemez. Hiçbir Müslümanın 'Bu benim malımdır, kimse karışamaz' deme yetkisi bulunmamaktadır. Varlık, ancak yaratıcının isteğine uygun olarak kullanılabilir. İşte bu, ibadettir.
İlahi iradenin mülke müdahalesinin en somut yansıması, zekât olarak kendini gösterir. Zekâtın en alt sınırı kırkta birdir ve bundan sonrası için belirlenmiş bir sınırlama bulunmamaktadır. Bu konuyu düşünelim: ‘Kırkta kırkını veren, kırkta birini esirgeyecek mi?’
Kuran’ı Kerim, zekâtı vermenin bir mü’minin, yardımseverliğin ve takva sahiplerinin özellikleri arasında saydığını, zekâtı vermeme eyleminin ise müşriklik ve münâfıklığın işâreti olduğunu belirtmiştir. Zekat, imanın bir mihengi olarak ön plana çıkar. Ancak ilginçtir ki, son yıllarda Müslümanlar, kurban kesme konusunda gösterdikleri hassasiyeti, zekat vermeye göstermemektedirler. Bu durum, paylaşımın ve zekâtın önemini gözden kaçırma tehlikesini beraberinde getiriyor.
Bize lütfedilen her şeyi Allah'ın verdiğine iman etmeliyiz. Peki, neden vermek istemeyiz ya da eksik veririz? Kimin malını kimden esirgiyoruz? Üstelik verdiğimiz her şeyin, ihlâsımıza göre yedi yüz katına kadar geri döneceğini bilmekteyiz. O halde, vermekten niçin kaçınırız? Verme iradesi Allah'a aittir ve O, bizden vermeyi isteyen bir şekilde yönlendirir. Dolayısıyla, bu isteğe karşı koymak bize düşer mi? İşte burada insanın içsel dünyasına bir bakmalıyız.
Kimseye ait olmayan mülkü sahiplendiğimizde ve ona kendimizin sahip olduğunu zannettiğimizde, bencillik ve cimrilik kapılarını aralarız. Bu noktada, ‘Kârunlaşma’ tehlikesiyle yüz yüze geliriz. Kuran'da da anlatıldığı gibi, Kârun'un kendi bilgisiyle serveti elde ettiğini düşünmesi, onun yıkımına neden olmuştur.
Bu durumda, içsel bir muhasebe yapmalı ve gerçek mal sahibini hatırlamalıyız. Verme eylemi, imanımızın bir yansıması olmalıdır. Mal sahibi Allah olduğunda, O'nun isteğine uygun davranmak ve paylaşmak, imanımızın bir gereği haline gelir. Mal sahibini unutmaktan kaçınıp, verme bilinciyle yaşadığımızda, Kârunlaşmanın tuzağından kurtuluruz ve gerçek anlamda manevi bir zenginliğe ulaşırız.
Ne yazık ki, genellikle "Mülk Allah'ındır" derken bile, günlük yaşantımızda mal ve mülkün gerçek sahibiymişiz gibi davranıp keyfi hareketlerde bulunuyoruz. Bu bilgi, imana dönüşmediği sürece, bu tür tutumlarımızın yol açtığı sorunlar devam edebilir. Peki, "Mülk Allah'ındır" ilkesini nasıl içselleştirerek imanımıza ve bilincimize dönüştürebiliriz? Hepimiz, sahip olduğumuz maddî ve manevî imkânları bir düşünelim! Evlerimiz, arabalarımız, işyerlerimiz, makamlarımız, sevdiklerimiz, sağlığımız, bedenlerimiz ve daha fazlası. Ancak unutmamız gereken şu ki, her şeyin bir sonu olduğu gerçeğiyle yüzleşmeliyiz.
Hayatın geçiciliği karşısında, sevdiklerimizin kaybıyla, mülklerimizin elimizden çıkmasıyla veya sağlığımızın bozulmasıyla karşılaştığımızda, bu varlıkların gerçek değerini daha iyi anlayabiliriz. Eşyaların ve mülklerin sürekli olmadığını kavradığımızda, onları Allah'ın bize emaneti olarak görmeye başlarız. Bu bilinçle yaklaştığımızda, sahip olduklarımızı daha fazla paylaşmaya ve yardımlaşmaya istekli oluruz.
İstemesek de, hayatın akışı gereği sahip olduğumuz her şey zaman içinde elimizden kayıp gidiyor. Sahip olduğumuz varlıkların çoğuyla ne yazık ki vedalaşmak zorunda kalıyoruz. Bu yaşananlar, derinden düşündüğümüzde bize ne anlatıyor? Bu soruya en azından bir an için duralım ve bir tahlil yapmaya çalışalım. Tüm bu deneyimler, aslında sahip olduğumuz şeylerin geçici olduğunu, hiçbirine gerçek anlamda sahip olamayacağımızı hatırlatmıyor mu? Bu olaylar, bize karşı koyamayacağımız yüce bir gücün varlığını ve yönlendirmesini hatırlatmıyor mu?
İnsan, alın teriyle çalışıp kazanmış olsa dahi, malı nisap miktarını aşmışsa, kazancının kırkta biri helal değildir. Çünkü o kısım, kendisine ait değil, zekât verilmesi gereken kişilere aittir. Bu nedenle, malımızı temizlemek adına kırkta birini veririz.
Günümüzde bizden beklenen, paylaşmaktır. ‘Veren el’ olmalıyız. İten, ezen, sömüren, erteleyen değil; paylaşan bir tutum sergilemeliyiz. Verirken ve verdikten sonra başkalarını aşağılamadan, minnet altında tutmadan, onurlarını zedelemeden yardım etmek çok önemlidir. Üstelik infaklarımızla kendimizi de koruma altına almalıyız. Yarının huzurunda hesap vermekten kaçınmak için bugün Allah'ın yolunda harcamalıyız.
İnsana yakışan, paylaşmaktır. Yardım edenler, ‘veren el’ olarak Allah'a şükretmelidir. Aynı şekilde, elinden geleni yapan, ancak alan pozisyonunda olanlar da mahzun olmamalıdır.
Fakirlere yardım etmek, onlara lütuf değil, aksine haklarını teslim etmek ve sorumluluğu yerine getirmektir.
Kime zekat düşer? Kime verilir? Kime verilmez?
Zekat Nedir? Zekat İslam’ın beş şartından biri olup, belirli bir mal varlığına sahip Müslümanların ihtiyaç sahiplerine vermesi gereken mali bir ibadettir. Zekât kimlere farzdır, na
İslam’ın beş şartından biri olan zekât, ihtiyaç sahiplerine yardım ederek ekonomik dengeyi sağlar. Peki, neden zekât veririz? Zekâtın manevi, sosyal ve ekonomik faydalarını keşfedi